11 Eylül 2008 Perşembe

Kristal

Hayat herkes için zor. Karda yürümek gibi zor hayat. Bata çıka yürüdüğün kadar iz bırakıyorsun. Ve o iz bırakma işlemi o kadar zor ki, aslında yürümeye çalışırken, bir yere varmak için degil sadece o izleri bırakabilmek için yürüdüğünü anlıyorsun. Sadece senin için değil herkes için zor bu hayat.
Kabul...

.................................

Terasın yüksekliği boyum kadardı. Boyum denizi görecek kadar uzun, karayı göremeyecek kadar kısaydı. Ben de korktum kapkara bir maviden, aynı sizin gibi. Sonra çekip gittiniz zaten, kaçtınız. Beklenmeyen birşey degildi bu, hatta bana göre çok normaldi. Alışık oldugum, bilakis, görmedigim zaman endişelendiğim, sokağımın köşesinde duran dilenciydi korkaklığınız. Her sabah evimden çıkıp köşedeki dilenciye bakıp üzülmeye, ama yine de orada olduğu için sevinmeye o kadar alıştım ki. Sonuca doğru koşan, koşarken de süreci hep ıskalayan insan görünümündeki korkunuzun kokusu bütün mahalleye yayıldı dün gece. Ve o kadar çok var ki sizden, içinizdeki savaşçının üzerinden atlarınızı geçirip öldürüveren.

Bense dün gece yeldeğirmenlerinin tarafındaydım. Korkunuz bendeki sizle yüzleşti dün gece. Uzun kollarım uzun uzun sarmaya hazırlanırken sizi, korktu korkunuz. Yüzümü güldürüp sesimi çıkarmadan minyon taklidi bile yaptım dün gece ama yine de gördüğünüz sadece uzun kollarımdı ve maalesef siz de pek Don Kişot değildiniz. Sahi nereden buldunuz o zırhı?

Kaçışınızın çıkış kapısının benim deliklerimin içinden geçiyor olması maalesef edepsiz bir komedya. Danté ile yolumuz tam da burada, arafta kesişiyor.
Üçüncü sandalye boş…

Yok muyum yoksa?


Renkli bir yalnızlık içimdeki, göz kamaştırıcı binbir renk. Ve şimdi kafiye olsun diye kullanacağım “ahenk”, size pek de uymuyor. Belli bir derinlikten fırlattığınızda beni, ya da tam ihtiyacınız olduğunda elimdeki hikaye ile kapıya koyduğunuzda aptal gibi, basınç uyguladığınız kalbim kokuyu yoğunlaştırıp kaskatı yapar, kristal damarlarımı keserken, burnumdaki kanı içinde saklasın diye kafamı kaldırdırıp gökyüzünden kayan yıldızı gördüğümde anladım,

“yalnızlığımız camdan olabilir ama bileklerimizi kesmeden el verebilirsek birbirimize, kan dökmeden ve sevgiyle,

işte o zaman dualar kalıcı olur...”

5 Haziran 2008 Perşembe

kiss me to kill me

öyle duruyorduk. karşımda oturmuş, gözleri kanepenin kadifesinde, yüzündeki hafif tebessüm ağzındaki ciddi sözlere inat dudağının sağ tarafını kıvırmıştı. çok göz göze gelmeyi sevmezdi insanlarla, sıkıntılı bir havası vardı. içindekini anlamak için dediklerini dinlemek yerine, dudağının sağ tarafındaki kıvrıma bakmalıydınız, gerçek oradaydı. ben öylece oturmuş, onu dinler gibi yaparken alnının bitiminde başlayan saçlarına dalmıştım, sarışın yapraklı bir güzdü o. gözlüklerini arkaya doğru iterken kafası da o ivmeyle bir süreden sonra ilk defa kanepeden kalktı. daldığım için dağılmış dikkatimi anlattıkları üzerinde toplamaya çalışırken ben, gözleri gözlerimi aramadan buldu. burnuma deniz kokusu doldu birden, sonra geçti. cümlesini sokak ortasında öylece, bitirmeden bıraktı. elini uzattı, boynumu uzattım, kuzu gibi. kesecekti boynumu, öyle hissediyordum. gözlerimi çektim gözlerinden. kendini bana çekti, elini elime demirledi. yüzüm ona doğru uzadı, yüreğim geride durmayı tercih etti. zihnim kepenklerini yarıya indirirken, sanki az önce kelimeleri en ciddi halleriyle ard arda sıralayan o ağız değilmiş gibi yüzümün ortasını buldu. karşımdaki sadece bir çift göz oldu. işte o an bu adam zamanı durdurdu, ışıkları kapattı. yüzüm ellerinde, yüreğim biraz geride bir süre zamansız, tarafsız ve havasız kalakaldık. sonra yavaşça geri çekildi, içim çekildi. konuşmadan durduk. ayağa kalktım, çantamı aldım, çakmağımı bilerek bıraktım, zamanın kırklarına basa basa kapıdan çıktım. üstelik, kapısından çıktığım benim evimdi, onu da çıktıktan sonra anladım.
zamana ihtiyacım var..
gerçek bir zamana..

6 Mayıs 2008 Salı

Rüya Bildirgesi

Bir rüyaya aşık olmak, bir kabusa başkaldırmaktır. Her ne kadar rüya da olsa aşık olunan, zırhlarınızdan cıkarıverir sizi. Demirden yapılmıs o zırh, her daim yeşil bir defne yapragının rüzgarda yere düşmeden süzülmesi gibi süzülüverir üzerinizden. Sizi kabuklarınızdan soyar, cırılcıplak bırakır sevisebilsin diye sizinle. Ve sevebilesiniz diye bu hayatı. Cünkü bilir ki, insan ancak cıplak kaldıgında tam olarak degebilir aşka. Ve ancak o zaman meydan okuyabilir kabuslarına. Soğuğun yırtıcı dişleri değmezse eger derinizin incesine, savasacak gücü bulamazsınız yeldegirmenlerinizle. Bir rüyanın aşkı, sizi tam da getirip buraya koyar işte. Yeldegirmenlerinin önüne. O büyük kocaman kollar sizi icine almaya calışırken, cok korkarsınız. Gördügünüz kendi korkaklıgınızdır. Ağlamak isteyip de sustuğunuz zamanlardır. Bir rüyaya aşık oldugunu bilmenin korkusu ve cesaretidir o an. Ve tek zırhınız gururunuzdur. Öyle kibirli bir gurur degil, sadece hissedebildiginiz icin, insan olmanın o dayanılmaz iyiligini duyumsayabildiginiz ve sevebildiginiz icin yalansız, ve sevilebilecek kadar oldugunuz icin, katıksız. Olmaktan gurur duydugunuz şeyi olabildiginiz icin sadece. Bir an aglayabildiginiz ve tek damla gözyaşının gidecegi yeri bilerek, rahatca ucabildiginiz icin. Görülmeyeni görünebilir kıldığınız ve bunu hayatınızda hic olmazsa bir kere tadabildiginiz icindir o gurur. Alışveriş gibi sevişmediginiz, onun tenindeki her hücreyi hatırlayacak olmanızdan dolayıdır bu cesaret. Belki de hic bir zaman sizin olamayacak bir kadına “eş”im dediginiz icindir bu meydan okuma.

Bir rüyanın icine hapsolmak, bir kabustan kurtulmaktır. Tek yapacagınız gözlerinizi kapayıp uyumaktır...


sekiz ocak ikibinsekiz

28 Nisan 2008 Pazartesi

saykodelikdeşik

Odaları tıka basa dolu zihnimin gidişatı iyi değil. Üstelik hayallerimin kırıkları elimi kesti, derince. Olsun diye uğraştığım bir aşk hikayesinin en son basamağından da aşağı yuvarlandıktan sonra, elimde ne kaldı? Acıyan bir netice ve kelimeler.
Oysa ki ben bu rüyayı hiç böyle görmemiştim.

Zamansız yaşayan biri olarak kimsenin doğumgününü unutmamam gerçek bir ironidir. Herkesin doğduğu günü bilir, bazılarının saatlerini bile hatırlarım. Hiç bir şey ifade etmez benim için. Bu hayatta olmalarıdır önemli olan. İçimizde büyüttüklerimiz dünya zamanıyla değil sadece ve sadece bilinçle görülebilecek olanlardır. Büyüttüklerimi budamak isteyenleri, onların zamanıyla vurur, kendimden uzak tutarım. Benim zamansızlığımda av ve avcı yine aynı insandır. Zamana köle yaşayanlar bütün ömürlerini avcı olmak için harcar ve av bile olamadan ölürler. Ömürleri ölülerini taşıtacak adam biriktirmekle geçer ve en çok da yaşarken onları taşıyacak birileri olmuştur.
Ben bir zamandır kendimi avlayan bir avcıyım ve artık zamanım tükendi.

Saçları olduğundan emin bir kel gibi, kafama kuş sıçmadığı sürece hiç birşeyin farkında olmadan yaşadım uzun bir süre. Elimdekini doğru dürüst cebime koyamadığımdan olsa gerek, artık kollarım yorgunluktan titriyor. Tıka basa yediğim hayatımı kusmak istiyorum, olmuyor. Hep övündüğüm yanlışlarımı sevemeyecek kadar yaşlandım sanırım. Kaçacak yerim de kalmadı, son yapabildiğim arkamı kollamak. Ölemeyecek kadar sağlıklı, yaşayamayacak kadar inatçı ve korkağım.

Her şey bir yana,

Ben bir adam sevdim
onu en son gördüğümde
gözlerinden
boncuk boncuk yaşlar akıyordu,
sırf seviyor diye.

Av mıdır avcıyı avcı yapan?

25 Nisan 2008 Cuma

Bilinç

Dünyanın herhangi bir yerinde olaylar pek de değişmeden devam ederken kaçışımın üçüncü gününü 1 paket Gauloises sigarası ve bir fincan filtre kahve ile kutluyorum, ya da -daha şiirsel bir deyişle- kutsuyorum. Kaçış planımı bir kaç dakika içinde yaparken ben, dediler ki, “insan gittiği her yere kendini de götürür”. Ne güzel işte, ben kendimden memnunum zaten. Kendimi götüremeyeceğim hiç bir yere gitmek istemiyorum. İçimdeki çocuk, kadın ve adam benimle gelsin istiyorum, zaten tek derdim onlarla biraz yalnız kalabilmek. Eğer kaçtığım yerde biraz daha kalsaydım tamamen sağır olacak ve içimdeki derin sohbete katılamayacaktım. Hayatımda ilk defa bana sorulan sorulara bilmiyorum diye cevap veriyorum. Bu cevaptan da hiç hazetmediğim için kimsenin soru sormasına mahal vermeden kapatıyorum telefonumu. Zihnimin bütün çapaklarını temizleyene kadar gözlerimi açmayacağım. Derdim kendimden uzaklaşmak değil, ben bana çevrilmiş, beni olmadığım gibi gösteren, deforme eden, koyu flotallerinde yüzümdeki hayat çizgilerini kıran aynalardan kaçıyorum.

Kaçıyorum çünkü, artık inanmıyorum.

Doğduğum yerde herkes birşey olmak isterken, olmak istedikleri “şey”in bedelini ödemek istemiyor. Yani, çalışmadan, okumadan, bilgi edinmeden, -daha da kötüsü- hiç yaşamadan “olmak” istiyor o bir “şey”ini. Bu isteyerek ölü doğum yapmak gibi; “çocuk istiyorum ama mümkünse ağlamasın, acıkmasın, soru sormasın. E o zaman ölü doğsun.” İşte benim yaşamaya çalıştığım yerde insanlar, ölü çocuklarını koyunlarında gezdiriyorlar, o kadar kokuşmuş, o kadar ölü. Üstelik bu doğurganlar, doğduğum yerin “aydın”lık yüzleri olduklarını iddia edecek kadar cüretkar, bir o kadar da kendilerini ve -ne yazıktır ki-çevrelerini buna inandırmış sözde yüz akları. Renk körü olmak işime gelseydi,

ah keşke gelseydi…

Kaçtığım yer dünyanın herhangi bir yeri ve dünya halleri hep aynı ama bu sefer ben gerçekten yabancıyım. Dilini bile bilmediğim bu yerde uzun zamandır ilk defa gülümsüyorum. Kendimi yanımda getirmemek söz konusu bile değildi üstelik, onu geldiğim yerde bırakmayacak kadar vicdan sahibiyim.

En azından….

9 Nisan 2008 Çarşamba

Neden

neden…?

En zor soru. Cevabını almak icin soruluyorsa sonu hep acıklı. Neden olana "neden?" diye sorulmaz. Söylemez ki… Sözleri ilk o kaybeder. Dilini bilmediginiz bir şehirden gelen bir yabancı gibi durur gözlerinizin icinde. Ulaşmaya calısmak icin sorulan başı sonu aynı bu soru ona çarpar, havada uçar ve avuçlarınıza geri düser. Kalpsiz oldugu icin değildir üstelik bu suskunluğu, sadece nedenini bilemez. Neden oldugu geceye yıldız olamaz bir türlü. İstemediginden degil, parlamadıgından, belki de parlamaya cesareti olmadıgından. Kapkara bir gecede bavulunu toplar, cıkar gider. Bavulu da pek hafiftir, bıraktıklarının yanında. En agır yükü ayrılıgının acısı oldugundan onu da size bırakır. Sakıncalı bir seyyah yanına sadece kendini alır. Belki bir tane de fotograf. Hosçakal bile demeden, aşk onu hic farketmeden gidiverir. Gitmeden, sorulan neden, o en sevdiginiz giderken, dudaklarınızdan cıkıverir. İlk harften son harfe dogru kosar bir ümit.

Belki bilirsem…belki bilirse…

Ya dönmezse?

dönmeyecek…
bırak.. kanasın…

Zorlanıyorum Sensiz

Zorlanıyorum sensiz…

Meşakkatli bir sey yasamak, yüzmek gibi. Ilk nefesini verdiginde hayatına, tıpkı yüzmek gibi, biliyorsun yasamayı. Ama uzun bir yolculuk hayat, ve zor. Elini uzattıgın zaman hemen buldugum, avucuna aldıgın zaman korktugum bir sey.

İnsan her nefes alışında kac tane hücresini öldürüyor bir bilsen. Böyle bakınca, yasamak icin her nefeste kendini öldürüyorsun, ve aslında ölmek icin yasıyorsun.

Ne bitmez dansmış bu!

Giymişim kıpkırmızı bir elbise, saclarım topuz, azami boy haddini aşan topuklu ayakkabılarım hic rahat degil. Ama uzatmıssın elini bir kere, davetini geri ceviremem. Belli ki bir güzel sevecegiz birbirimizi, kırmızı rujum iz bırakacak icinde bir yerlerde. Cok güzelsin bu gece, simsiyah giysinle cok şıksın, cok da kibirli. Aşk gibi. Ilk notaları duyuldu müzigin, kulaklarım ugulduyor. Elin sıcacık elime, ellerin kocaman. Daha avucunda kaybettim yolumu, kalbine kadar dayanır mıyım bilmem. En iyisi bırakmak kendini bu 3 zamanlı ritme. 1 2 3… dur… biraz nefes. Bana kimse öyle bakmadı, gözlerin karanlık. Dudagındaki o kıvrım hep var mıydı? Bu dansın yolu ne zaman akrobasiye saptı? Ama sag elin ensemde, saclarım mutlu, ben mutluyum, biraz daha kalsak böyle? Hic ölmeyecegim ben.
Şimdi degil…


Ben ne yaptım biliyor musun?

Bir damla suda bir okyanus dogurdum, yüzerim sandım,
Boguldum….

Aklimda iki kişi

Uyandığımdan beri aynı müzik. Bütün playlistimi aradım öyle bir şarkı yok. Şarkıyı söyleyen kadının sesi de yabancı üstelik. Mırıldanmaya korkuyorum, sanki mırıldansam duyduğum ses, sesimin yerini alacakmış gibi. Bu sabaha da paranoid şizofrenlerin kapısından -umarım dışından- bakarak uyandım. Tek başıma yattığım gecenin sabahına aklımda iki kişi ile uyanmış olan ben kafamda çalan müzikle geleni tanımıyorum. Bir yabancıyla uyanmak zor, hele bir de sabah sabah şarkı söylüyorsa. Güzel de şarkı bir şey demiyorum, belki de piyanonun başına oturup yazmak gerek, ya da böyle bırakıp zihnimden silinmesini beklemek gerek ki bu, işe gitmeden önce alınacak bir duş seansında suyla birlikte akıp gidecek. Öyle umuyorum en azından.

Kafamda iki kişi ve ben birini kesin tanımıyorum. Diğerileyse hergün yeniden tanışıyorum. Ve hangisi daha kötü bilemiyorum.

Tanımadığın biri ile uyanmak mı, yoksa hapsettiğin tanıdıkla hergün yeniden karşılaşmak mı?

günaydın...